23 Kasım 2016 Çarşamba

Bize, Hepsinden Ortaya Karışık...Kasım-2016



Eveet...
Bugün de kafama böyle esti; bloga ortaya karışık bir köşe açmaya karar verdim.
Artık haftada 1 mi yazarım, yılda 2 mi bilemiyorum; yalnız sağlam muhabbet döneceği kesin.

- İnci kız' ın Anaokuluna başlaması ile birlikte; hayatıma sınıf annesi diye bir kavram girdi. 

Daha önce, çocukları büyük olan arkadaşlarımın maceralarından aşina olduğum bir kişilikti ama, asıl başıma gelince anladım.

Bizimkinin misal, tatlı çatalı mı ne karışmış başka çocuğa...Ama yani yanlış anlamayın, kaşıkçı elması felan değil; bildiğiniz günlük çatal lan ??! 

Benim kaşığım da matmazele gitmiş. Kadın, ciddi ciddi kaşığın fotoğrafını çekip, sınıf whatsapp grubuna atarak:"Bu kimin?!" tartışmasını başlattı...Kaşığın sahibi çıkınca da; "Piki binim çıtılım nirdi?" kontratağı geldi...2 saat kadar da sürdü bu muhabbet.

Ya var ya...Ben de, bunları dert edebilecek kadar sade bir hayat istiyorum aslında...

- Malumunuz, Hardwired...To Self  Destruct çıktı; çıktığı gibi de tüm boş zamanlarımı esir aldı eksik olmasın. 

Ağır olmamakla birlikte paranoyak bir tipimdir, herkesin aklına gelmeyen detaylar beni kemirir.


"Ulan" dedim, "Spotify'a yarın öbür gün, popçu bir kayyum atarlar da, herif bütün metal içeriği siler atarsa" diye, albümün tüm versiyonlarını indirdim Allah sizi inandırsın.

- Ama birşey diyeyim mi, Spotify da olmasa halimiz nanay idi. Bu yazıyı yazdığım an itibariyle albümün CD ve LP'si halen D&R ' a gelmiş değil. 

Metallica'nın resmi Türkiye ayağı ile birlikte voltran'ı oluşturarak; Twitter'dan kendilerine carlamakla meşgulüz. Bu hafta içi mağazalara geleceğini söylediler en son; artık gelmezse, iyice Panter Emel'e bağlarım diye tahmin ediyorum.

Aslında D&R değil de, direkt dağıtıcı firmayı bulup, onlara höykürmek gerekiyor. Artık gümrükten 1'er 1'er bi çekiyorlar CD'leri ne yapıyorlar, onu bir çözmek lazım. 

İşte Kurumsal Metalci dediğimiz de böyle birşey. İşin gücün içinde, hiçbirşeyi aksatmadan bir de üstüne, "CD nödön hölö gölmödü" şeklinde firmalara da şarlayabiliyorum.

- Durun la, Metallica' dan son 1 anektod daha not almışım.

Eski Fan'lar bilir, Kirk Hammett'in meşhuuur bir siyah yeleği vardır. Yaklaşık 25 yıldır sırtından çıkmayan...( Hatta ekşisözlük'te: Edip Akbayram yeleği diye yazmıştı bir suser )

Yeni albümün kliplerini seyrederken farkettim ki, yeleğin rengi değişmiş, ahan da görsel:


Muhtemelen, bu siyah yelek geyiği, dayının da kulağına kadar gitti. Çareyi, "Müzikhol Kırmızısı" bir model almakta buldu. Yine yelek giydiğini de anlamayalım diye, aynı renklerde bir gömlekle kombinledi...Ama yedik mi; tabi ki hoyur!

- İşler güçler derseniz, çok hayret ederek "çok iyi" derim ( tahtaya vurun la ! ). Yıllarca, mobbing' in en can alıcı örneklerini yaşadığım için, insanın işinden memnun olabilmesi, benim için olağanüstü bir kavramdı zira.

Tam olarak yaralarımı sarabilmiş değilim açıkçası. Halen, o malum eski iş yerine dönmem gerektiğine dair kabuslar görüyorum. ( Bir de ne hikmetse, hep Pazar sabahları ) Bu kabus da, "aslında lise 3'ün henüz bitmediği, derhal işi gücü bırakıp okula dönmemin gerektiği" rüyalardan hemen sonra, 2 numaraya yerleşti.

Bir de geçenlerde, minnak da olsa bir mutfak inşa edildi ofise...Beeyle inox inox gereçler, vay efendim tost makinesi, yok barnak izi birakmayan bulaşık makinesi...İçimdeki yeni gelin Mükerrem hortladı resmen. "Plaza çalışanlarının tatlı telaşı" deyu Feysbuk sayfası açıp, kurdaaaleli sunumlu fotoğraflar ekleyesim geldi; ve fakat durdurdum kendimi.

Sabahın köründe, 2 bardak üst üste çay içmezse, Hulk'a dönüşme tehlikesi mevcut bir insan evladı olarak, tek aşkım Çay Kazanı'na verdim tüm ilgimi...



- Geçtiğimiz ay, "Yallah" deyu, artık kullanmadığım kozmetik malzemelerini temizlemeye koyuldum. Çıkan malzemelerin, kullandıklarımın 2 katı kadar olduğu gerçeğiyle de yüzleşince; kendime derrrrhal bir kozmetik ürün yasağı koydum.

Cumartesi günü de, Watsons' da %40 Maybelline indirimi gördüm; tutup kendime "masraf yapmama" hediyesi olarak, 3. fondötenimi aldım...Evet...Laz'ım ben...

Kasım ayı'nın notları böylecene bitti. Yeni bir ortaya karışık eş-iş-çocuk-müzik-sosyal hayat yazısında görüşünceye kadar, hoşçıkılın.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Harwired...To Self Destruct. Bir Metallica Güzellemesi





32' de 18...1998'de, HBB TV'de yayınlanan Poor Touring Me konserini izlememle başlayan serüven, ömrümün neredeyse yarısına ulaşmış...Ondan bu "Düğün sahibi mutluluğu"m...

Hakan da diyor: "35 yaşında oldun , hala ne Metalika'sı"...e adamlar da 60 oluyor, yaptıkları albüme bak. Önce onlar başlattı



Ağustos 'ta, ben -şu an düşündüğümde incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar önemsiz olan- bir problemi kafamda çözmeye çalışırken;yeni albümün ilk single'ı Hardwired yayınlanmıştı...

İlk birkaç dinlemeden sonra ısındım ama, "Ulan bu albüm de işte Death Magnetic gibi olacak" deyip çok heyecanlanmadım...Yani işte, standart heyecan... Hangi akla hizmet yapıldığını çözemediğim, göz kanatan kliplerini de çok izle(ye)medim zaten...Baktım işime gücüme.



Eylül'de de bu sefer Moth Into Flame'i yayınladılar...Benim yine kafamın içinde 40 tane pislik tilki, halay çekiyor. 
Allah'ı var, bu şarkıyı pek sevdim. Enstrümanları güzel duyuyorum "Death Magnetic"teki gibi hesap makinesiyle mix-mastering yapmamışlar, iyi bari" diyorum. Bu sefer klip de başarılı bak...Hele hele o James dede "Burn!" dediği esnada yanarak düşen güve...Lars desen yine çirkin, Lars desen yine boklu.



Moth into flame'i birkaç yüz kere dinleyip iyice hazmettikten sonra, -bu sefer Allah'a şükür kafamda bırakın tilkiyi, kelebek bile yok- Atlas, Rise! efendi arz-ı endam etti. 

Böyle pek bir Iron Maiden tınılı, ama yine alttan alttan malum albümü çağrıştıran, "Kanarya sevenler derneğindeki emeklilerin müzik coşkusu" temalı bir klibe sahip, son single...İçimde, sadece Metallica'nın yeni albümümün çıkmasından kaynaklı bir heyecan kalmış...



Sonra...16 Kasım işte...sağda solda video linkleri paylaşılmaya başlıyor. 

Bende de canım kardeşim misafir. Dışarda işlerimizi halletmişiz, eve geç gelmişiz. Pek durmuyorum bu linklerin üzerinde tabi. Minnoşa, Tv kumandasını teslim edip, vuruyorum kafayı; yorgunluğun da etkisiyle zarıl zarıl uyuyorum.

Ertesi gün, ofiste, tarayıcıya bir de metallica.com sekmesi açarak başlıyorum mesaiye. Ve fakat, rastgele seçtiğim ilk şarkı Halo On Fire, o kadar etkiliyor ki beni, diğer şarkılara bir türlü geçemiyorum.




Tarih, 18 Kasım'ı gösterdiğinde ise durum, aşağıdaki görselde bilgilerinize sunulur...Sabahın 6:25'i, yani kalktıktan 10 dakika sonra, yüzümü yıkayıp; derhal albümü indirmeye başlıyorum. 



Hey gidi dünya!...Harçlıkları denkleştirene kadar, kasetçi camlarından baktığım günlerden; telefona albümü zart diye indirdiğim günlere geldik...Ama içimdeki heyecan aynı...Yüzüme oturan o tanıdık sırıtış...

Dikkatim dağılıp, işlerimi saçma sapan yapmayayım diye -meraktan ciddi anlamda çatlama noktasına gelmeme rağmen- gündüz hiç ellemiyorum şarkıları. Ama mesai bitip de; servise atladım mı...

Tam da Haliç trafiğine girmişken, yeni şarkılardan; beni ilk seferde vuran diğer biri başlıyor...Telefonun ekranını yakıp adına bakıyorum "Confusion". Bu nasıl şarkı ulan Allahsızlar! İnsan dinleyecek bunu insan...




Bundan takribi 10 yıl kadar önce, alt komşumuz olan ailenin oğlunu da, Metallica ile zehirlemişliğim vardır. Dozu doğru vermişsem demek ki, herif geçen yıllar içerisinde aşağı yukarı benim gibi birşey oldu. Hemen ona höykürdüm tabi, bu mutluluğu paylaşacak biri lazım...Herkese anlatamıyorum, manyak sanıyorlar hakim bey...



Hakan'ın eve gelmesini, yemeklerin ısınmasını felan beklerden, defalarca dinliyorum şarkıları, videolarıyla birlikte...Bu albüm, hiç de öyle beklediğim gibi Death Magnetic devamı felan değil...Ondan daha iyi, St Anger'dan da daha iyi...Şey gibi...ReLoad'un biraz daha kodu mu oturtanı bu!

Yaklaşan AÖF ara sınavları nedeniyle, artık her güne 1 ders ayırarak afedersiniz eşşek gibi çalışmak zorundayım. Ama arada ufak kaçamaklar yapıp, hafta sonu boyunca şarkıları sindirmeyi ihmal etmedim. Şimdi, albüm hakkındaki düşüncelerimi hafiften toparlayayım.

- Internet bağlantısı i.nelik yaptığı için, albümü henüz ses sisteminden dinleyemedim. ( Telefon kulaklığıyla, Spotify'dan idare ediyoruz işte

Ama yukarıda da yazdığım gibi, bu sefer çok iyi bir kayıt ve mix sürecinden geçmiş  James'in vokali de, enstrümanlar da çok kaliteli bir şekilde duyuluyor.

- Albümün bir bütünlüğü var. Yani nasıl diyeyim, araya çerez şarkı koymamış herifler. Dolayısıyla, baştan sona aynı zevkle dinlenip bitirilebiliyor. ( Deluxe olmayan versiyondan bahsediyorum bu arada )

- İlk single'lar çıktığında: "Bu ne be, tövbe yarebbim!?" dediğim albüm kapağı ve stüdyo fotoğraflarını da beğenmeye başladım galiba lan. 

Hele şu albümün fiziki bir kopyasını alıp, konseptin tamamına bir bakalım da...Öyle veririz son kararımızı

- Bana göre, bu adamlar var ya bu adamlar, kasten Death Magnetic çağrıştıran şarkıları önden sürüp, millete ters köşe yaptılar he. İyi anlamda trollediler yani, 60 yaşındaki adamların maskarası olduk. 

Şahsen, bu kadar büyük bir geri dönüş albümü beklemiyordum ben, doğruya doğru.

- Bir de, Lars paracıklara kıyıp; sağlam bir sosyal medya ekibi veya PR'cı felan aldı sanırım. 

O nasıl güzel bir sosyal medya kullanımıdır! Facebook'undan Snapchat'ine kadar, profesyonelce yönetilen bilimum hesapları mevcut efem.

- Video klip mevzusuna gelince...

Bir kere, fikir ve uygulama olarak; ancak Metallica gibi bir büyüğün kotarabileceği bir iş. Tüm dünya çapında, bilumum metalcinin afedersiniz g.tü düştü. 

İşin çıtayı yükselten kısmı da, kliplerin öyle: "Dayıları stüdyoya soktuk, şarkıları çaldırıp videoya aldık" tarzı değil; üzerinde düşünülmüş, senaryolu, prodüksiyonlu işler olması şüphesiz...Ve ben dönüp dolaşıp hala diyorum ki: 

"Ben böyle şeyler beklemiyordum"

İşte bu yüzden, tüm o gündemdeki sapıklıklar, çirkinliklere rağmen; burnumuzun ucuna kadar gelmiş olan ekonomik kriz tehdidine rağmen, "Düğün sahibi mutluluğu" ile gezebiliyorum. 

Boru değil, 18 yıl...Dayımın oğlugil gibi oldu herifler artık...Birlikte büyüdük, birlikte ihtiyarlamaktayız şu anda. Şarkılarının alt metinlerinde, onların bile bilmediği, sadece bana anlatılan öyle özel ve güç veren hikayeler var ki...

Ve o özel şarkılara 2 yenisi daha eklendi...Halo On Fire ve Confusion; 18 yıl esnasında oluşturduğum, en bi çok sevdiğim şarkılar listeme; böyle hayvan gibi, bodoslama girdi.

Bir de söylemeden edemeyeceğim. Albümü, şarkıları beğenmezsin, firkrini beyan eder çekilirsin anlarım. Ama inatla, altını dolduracak bir sebebi olmadan Hater'lık yapan, hiçbirşeyi ısrarla beğenmeyen tiplerin ağzına ağzına vurasım geliyor...Ulan adamlar, milyoner kere milyoner olmuş. Bekar ve Türk olsalar; şu an Esra Erol'un locasında oturuyor olurlardı; ona rağmen mücevher gibi albüm yapmışlar; bok atıp duruyorsunuz. Sanki sen nesin; ya Tapu Kadastro'da memursun, ya da özel bir firmada bıdı bıdı menecır'sın...
Ama triplerine bakanlar da zanneder, hala San Fransisco - Bay Area'da, metal müzik dükkanın var; yeni grupların demolarını topluyorsun...Sen, sabah güneş doğmuyor diye ağlıyorsun, herifler bu yaşta yardırıyor...Allah çarpar yav! Rispekt.

Yalnız, Metallica'ya benim de kızdığım bir nokta var...

Ulanlar, tam koleskiyonluk albüm yapıp, neden ayın sonuna doğru piyasaya veriyosunuz?...CD alana kadar Aralık'ı beklemem lazım, o da en iyi ihtimal. Web sitelerine: "Sizin ananız bacınız yok mu?" temalı mail atmayı planlıyorum.

Uzun lafın kısası, beni teeee 1998'deki ergen, heyecanlı metalci günlerime döndürdükleri için müteşekkirim kendilerine...Bir de tur kapsamında İstanbul'a gelirlerse, tadından yenmez.

Haydi kalın sağlıcakla...


17 Kasım 2016 Perşembe

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 6 - Kaprisli Gelin Adayları İçin Bir Yazı

Öyle düğün heyecanından felan değil... Eni konu, ota şeye anlamsız yere kapris/şımarıklık yapan, zavallı damat kişisine "iiiyyyk" diye cıylayarak ağlayan gelin adayları okusun bu yazıyı, okusun da rahatlasın biraz, dayak istemesinler.

Nişan saçım istediğim gibi olmadııı! mı diyorsunuz?.. 

Buklelerinizden biri accık düşük, ya da topuzunuz elektrüklenmiş bir durumda mı?.. 

Nişanınıza kısa bir süre kala, paragöz/ dengesiz kuaför kişisi sayesinde saçlarınız dipten itibaren 5 cm lik yeri sağlam kalacak şekilde yanmadıysa, ve kendi nişanınızda "Dağıtım iznine gelmiş asker dayı" kıvamında kısacık saçlarınızla arzı endam etmediyseniz Boşverin, gülümsemeye devam..

- Nişan pastası da olmamışşş, Tonguç sana inanmıyoruuum mı diyorsunuz?... 

Güpgüzel hazırlanmış leziz pastayı sevdiceğinizle yemeye çalışırken boğulma tehlikesi geçirmediyseniz ( öyle öhö öhö öksürmek de değil, ciddi tehlike ) ve bu anı ölümsüzleştiren son derece fotojenik göründüğünüz bir fotoğrafınız da yoksa Boşverin, gülümsemeye devam..

- Kına gecesi mekanım çok kötüüü adamlar çok kaba falanım yanii mi diyorsunuz?... 

Düğün salonu görevlisi tarafından kendi kınanıza," kendi kınanız olduğu gerekçesiyle " alınmamazlık yapılmadıysa ( yani abi ısrarla "Bu gece düğün var siz yanlış gelmişsiniz" diyor ama isme baksa biziz o düğüncüler ), en geç 20:00 sularında başlaması beklenen program 22:00ye kadar anlamsız bir şekilde sarkmamışsa, arkadaşlarınızın çoğu bekleyemeden gitmek zorunda kalmamışsa, ilk dansınızda da CD takılmadıysa Boşverin, gülümsemeye devam...

- Arabaya kuş şeyyaptı diye tüm düğün gününüzü öfkeden heder mi ettiniz?... 

Nikah gününüzde şarıl gürül yağmur yağmadıysa, Teyzeniz kuaförde zort diye baygınlık geçirmediyse, tam makyajın bittiği anda ağlamanız tutmadıysa / makyöz tarafından ağlamamanız konusunda hafiften tehdit edilmediyseniz, baygınlık hadisesi yüzünden kuaförünüzün heyecandan şekeri çıkıp esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmadıysa ( sonra geri geldi adam ve süper saç yaptı eksik olmasın ), para zarflarınız Hacıhüsrev'in dinamik ve ekip çalışmasına yatkın gençleri tarafından çalınmadıysa ( sonra şoförümüz olan arkadaş panter gibin koşturup geri almıştı o paraları ), nikah salonunda ise, ismini cismini bilemediğim bir kodamanın düğününe yetiştirilmek üzere, daha gelin odasındayken bööle paldır küldür hakiki defteri imzalayıp, totalde 1 dakika anca süren nikah kıyımında da çakma defter imzalamadıysanız  Boşverin, gülümsemeye devam...

Aksilik mi dediniz? Ohoo... Aksilik aksilik dediğin nedir ki gülüm, biz onu şerbet der içeriz... Yukarda anlattıklarımı inanın gülerek hatırlıyorum... Allah ağız tadı, sağlık verdikten sonra çok da tın olmalı zaten... Acı tatlı geride kalıyor işte birer anı olarak.. Yani demem o ki gelin adayılar, herşey gönlünüzce olsun, aksiliktir olur, bu güzel günlerinizi haybeden heder etmeyin, çok da kapris yapmayın....

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 5 - Didem Usülü Bir Bakım Yazısı

Evet sevgili blogçuğum...  " Blog yazmaya çalışma " sürecinde, dönem dönem farklı şeyler yazmayı denedim. Ne bileyim, geyik geyik film eleştirdim, albüm tanıttım, yok biyografi yazdım... Ama bu zamana kadar hiç böyle:" kadın kadın " birşeyler yazamadım. Bugün de bu alana dadanmaya karar verdim ve olaylar gelişti.

Yalnız peşin not: Aşağıda bahsedeceğim ürünler, yöntemler bende işe yaramış olabilir; iyi gelmiş olabilir... Fakat sizler uygularken iyice ölçüp biçiniz, araştırınız biraz... Sonra tutup: "Bu kadının önerilerine uydum, güpgüzelken Serengeti maymunlarına döndüm püüü!!!" diyerekten beni İstanbul mahkemeleriyle muhatap etmeyiniz.

Makyaj Hadisesi.

Ben makyaj yapmaya lise sonda başlamıştım blogçuğum... Bir heves dünyanın malzemesini de almış, zaten kuş kadar olan stajyer maaşımı da bu uğurda heba etmiştim. 
Tabi tecrübesizlik -eeeh tamam tamam beceriksizlik - olunca insanda, ilk makyaj denemelerim cildi renklendirmeden ziyade, yüzünde papağan patlamış bir kızın dramı'nı anlatır nitelikte olmaktaydı. 

Göz kalemi süreceğim diye kaç kere gözlerimi oyulmaktan son anda kurtardığımı hatırlamıyorum zaten... Gel zaman git zaman efenim, el alıştıkça oturdu birşeyler çok şükür. Kendimi kurtarabilecek kadar makyaj yapabiliyorum şimdi. 

Yalnız " ölü beyazı " tonunda bir cilt rengim olduğundan mütevellit, bir gün bile yüzüme birşey sürmeden işe gitsem, arkadaşlarım 3 aylık ömrüm kalmış zannediyor. Öyle ki, kendilerini çok kaptırıp masama çiçek bile koyacaklar yakında diyeyim ben size.

Öneri Kısmı:

Güzel bayanlar, gözünüzü seveyim, kapatıcı / aydınlatıcı ayağına o göz altlarınızı reflektöre çevirmeyiniz. Hatta gözünüzü sizler de seviniz; kiminiz direkt bildiğimiz beyaz farı sürüyor görüyorum, çok sağlıksız efenim yapmayınız. Piyasada öyle çok da pahalı olmayan ve iyi sonuç veren kapatıcı ürünler var . Ama gidip de yine en cart beyazını almayınız, kendi cilt tonunuza uygunu mutlaka vardır, satıcı ablalara sorarsanız gösterirler size.

Geldik yüzümüzeee..." Az önce beni gırtlaklıyorlardı, son anda paçayı kurtardım" temalı plastik makyaj yapmak amacında değilseniz, lutfen cildinizin 5 ton koyusu o acaip pudraları sürmeyiniz çok rica edeceğim. Fondöten de olmazsa olmaz birşey değil, mecbur kalmadıkça kullanmayınız bence, yüze hava aldırmıyor meret. 

Gündüz makyajında rimeli 25 kat sürmenize gerek yok, hafifçe üzerinden geçebilirsiniz.... Rujunuz dişlerinize bulaşıyorsa arada gidip kontrol ediniz çok zahmet olacak, ojelerinizi yarısı çıkana kadar tırnaklarınızda istikrarla tutacaksanız, hiç sürmeyiniz daha iyi efenim.

Saç Baş Durumları

Yine kendimden başlayayım, ben çok lazım birşeymiş gibi lisenin bittiği gün gidip saçlarımı kızıla boyatmıştım. Ev şartlarında, siyah saçın üzerine boyanan kızılın ne derece başarılı olabileceği malum. Birkaç sene sonra da kuaförde kızıl çalışmalarıma devam ettim... Bu rengin bana ne kadar da yakışmadığını tuhaf bir şekilde kabullenemeyen, garip bir insandım o dönemde

Gerek her duş sonrası banyonun aldığı " cinayet mahali " imajı, gerekse yağmurlu havalarda beyaz gömlek yakalarında oluşan kızıl şeritler beni nihayet vazgeçirmeyi başardı, bu sefer de röfleye el attım sevgili blogçuğum. 

Öyle ki, değişik bir canlı türü olan kuaför arkadaş sayesinde saçlarım komple çatır çutur yandı bile. ( Aslında ben onun değerini geç anladım gençler, sanatını bilemedim... Kendisi tarz olsun, renk tonu olsun tam bir " Hasan Mezarcı saçı " yapmıştı bana zira ). Gerçi hala çakma sarışınlık devam ediyor fakat artık saç boyamasını bilen bir kuaföre gittiğim için, dertli günler geride kaldı.

Saç şekillendirme hadisesinde de, ülkemizin açık ara en şekil almayan, en uyuz saç tiplerinden birine sahibim. Kalın telli, elektirkli, dalgalı ama kendisinin haberi yok bundan... Yani şöyle ifade edeyim daha anlaşılır olur: kısa modellerde Halil Sezai tarzı, uzun modellerde 30'lu yaşlarını süren erkek heavy metalci saçı oluyor çıldırıyorum. Fön de öyle her dakika çekilemiyor, Allahtan bir insan evladı bukle maşası denilen şeyi icad etmiş de huzura ermişiz

Öneri Kısmı:

Şimdi sevgili bayanlar, mesela kızıl saç yapacaksanız, yaklaşık 15 günde o ilk günkü halini kaybedeceğine, kırmızı sularla banyo yapabileceğinize falan hazırlıklı olunuz. Kendi saçınız açık bir tonda değilse, vakit kaybetmemek adına kuaför abi / ablalara başvurunuz. 
Eğer ki sarı tonlar istiyorsanız, harbi harbi işini iyi bilen birini tercih ediniz ki, hem yüksek volüm orealle casır cusur sizi yakmasın, hem de teninize uygun sarı tonunu bulsun. Ben bir de naçizane bööyle çızık çızık sık röfleden ziyade, krepeyle atılmış balyaj modellerini tavsiye edebilirim. Çünküm, balyajlı saç fönsüz de idare eder, nispeten doğal durur ve daha az sıklıkta yenilenebilir efenim. 

Yalnııız diyelim ki kuaförün insafsızına denk geldiniz, saçlarınızı yaktı. Eğer hafif bir çalılaşma, yıpranıklık varsa saç bakım kürleriyle ( vitamin iğnesi felan kırıyorlar şampuanlara ) ve accuk ucundan kestirerek adam edebilirsiniz. Ama ki, saçlarınız ıslak / kuru hiçbir şekilde taranmıyorsa, lastik gibi uzuyorsa, keçe keçe duruyorsa üzgünüm, o yanıkların tamamen kesilmesi gerekiyor... Bazı kuaförler tanesi 70-80 liradan bakım bilmemnesi satmaya çalışabilirken, bazısı da dürüst davranıp " Abla kesmek lazım" deyiverir... Başıma iki türlüsü de geldi malesef, oradan biliyorum...

Saç şekillendirirkene, omuz hizası ve daha kısası saçlarda ince maşalar daha iyi sonuç veriyor; daha uzun ve gür saçlarda da isterseniz orta kalınlıkta maşa edinebilirsiniz sorun olmaz. Yalnız akşam düğüne gitmeyecekseniz, maşa yaptıktan sonra o bukleleri hafiften bir dağıtın bence..Gündüzün çatında öyle: " Engizisyon mahkemesi " model bukleler pek güzel durmuyor sanki ( gerçi düğün dernekte de güzel durmaz bence ama zevk tercih meselesi ). 

Düzleştiriciyi çok daha yıpratıcı bulduğum için ben kullanmıyorum fakat artık modeller çok gelişti, ıslak saçı bile şekillendireni var benden akıllı namussuz, iyi bir piyasa araştırmasıyla bir tane edinebilirsiniz. Yalnız isterse yumurta bile kırsın, ister yatmadan önce size öpücük kondursun; en teknolojik ürün bile saçları bir nebze yıpratabilir. Bunun için Dove ve Schwarzkopf gibi markaların ısıya karşı koruyucu ürünlerini kullanabilirsiniz efenim.

Aslında hepsini bir kenara koyalım, kendine saygısı olmayan, vileda süpürgesi gibi pespaye gezen, en temel kişisel bakımını bile yapmayan bayanlar kendini altın suyuna bile batırsa boş... Her ekonomik parametrede, insan kendi için birşeyler yapabilir. 1 milyoncularda, tarak da var, diş fırçası da, tırnak makası da... Anlatabiliyor muyum?... Herkeslere bol bakımlı ve süslü günler dilerim efenim...

08 Şubat 2012

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 4 - Dizilerdeki Gibi Bir Hayat İstiyorum Aga



Dizilerdeki gibi bi hayat istiyorum dediysem mesela :

- Günün 3 öğününde, böyle baştan başa mükellefçe hazırlanmış sofraya ailemle birlikte oturup, hiçbişey yemeden ve konuşmadan: "Sıkıntılı bir şekilde köftemi çatalla dürtüklemek", veya misafirliğe gittiğim evde çaydan 1/3 yudum alıp hemmen: " Bana müsadee" diyip kalkmak, ve en önemlisi bunları yaparken, ev ahalisi / konu komşudan dayak yememek istiyorum.
- Evde kaşına kaşına oturup tv izlerken bile, birazdan cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna katılacakmışım gibi grantuvalet giyinik, ful makyajlı, saçlı ve ayakkabılı olmak istiyorum. ( o evin de ultra zengin bir şekilde döşenmiş, ve her daim bilinmeyen güçler tarafından dip köşe temizlenmekte olduğunu da belirtmeme gerek yok heralde )
- Her fırsatta bizi ve birbirilerini çekiştiren ama bir yandan da, her öğünde 45.000 çeşit yemek/meze hazırlama zamanı bulabilen çalışanlardan oluşan bir mutfağımız olsun istiyorum.
- Bir öğle yemeğini yaklaşık 4.5 saatte yediğim,sürekli bön bön bakarak dedikodu yaptığım, efenim patron olmasam da patron kadar yetkimin olduğu -ama pek de bir iş yapmadığım- ve fakat, bir yandan da milyon dolarlık yatırımlara imza attığım, çok pis başarılı olduğum bir görev tanımıyla; kocaaa bir holdingte "çalışmak" istiyorum.
- İletişim araçlarını kullanırken tam bir kot kafalı gibi davranabilmek ve yadırganmamak istiyorum ( örneğin, telefonda mı konuşuyorum: "Nea? Dayım Konya yolu 5. km de kaza mı yaptı? Nea yengemin de cinnet geçirdiğini mi söylüyorsun?", ya da işte, " Kunter'in Nilgün'ü artık sevmediğini mi söylüyorsun??" gibisinden, tüm görüşme detaylarını salakça monologlaştırmak veya mail, mektup, telgraf vb yazarken, yazdıklarımı mal bir ses tonuyla kendi kendime tekrarlamak istiyorum )
- Fon müziği istiyorum arkadaş,foonn ( Kocama: " Elektrik faturasını yatırdın mi canım? " diye sorduğumda mesela, yatırmamışsa: DRRROOIIINNNK diye gitar sesi, hüzünlü birşeyde keman,klarnet, ya da mutlu / komik bi aile tablosunda " tin tiri tintin " diye hemmen kanun ezgisi girsin, darbuka eşlik etsin felan yani blogçuğum...Kocamla romantik anlarımızda da mesela Kıraç aabi mehey mehey diye bağırarak şarkı söyleyebilir...)
- 27 yaşında inatla lise öğrencisi olmak istiyorum.
- Bööle insanların kafasına vururcasına "direkt" ve başarısız bir üslupla sürekli mesajlar vermek istiyorum.


 - İnsanlarla saatlerce -sadece- bakışmak, kimse tarafından deli muamelesi görmemek ve bir de üstüne bu yaptığımdan eşek yüküyle para kazanabilmek istiyorum.
- Kitaptan dizi furyasının ekmeğini ben de yemek istiyorum, seçtiğim eser de Güven-Der'in Geometri kitabı...
- Aslında en çok da, hayatımın belli dönemlerinde bir arada olduğum, çok keyif aldığım insanları ekip halinde yıllaaaarr sonra tekrar toplayıp, muhabbet reytinginin dibine dibine vurmak istiyorum.


29.12.2011

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 3 - Feysbuk Dedikleri Ne Ola Ki?


Aslına bakarsanız, hem üslup hemi de altyapı olarak öyle: " Bize ne oldu böyle... neden bu hale geldik? " türevinde yazılar yaz(a)mam. Sıkılırım arkadaş herşeyden önce. Yalnız bu facebook yıllar içinde öyle bir hal aldı ki, iki satır yazmadan duramayacağım sanırım. Tabi yine kendi üslubumca, dilim döndüğünce...

Efenim bu site, 2007 yılında ablam tarafından getirildi bizim eve. ( ki kendisinin daha öncesinden eve Metallica, Queen, Iron Maiden falan getirmişliği de vardır). Hatırlarsınız İngilizceydi o zaman ve bugünkünün anca 4'te 1'i kadar biliniyordu... 
Neyse, ben de eksik kalmayayım deyip hesap oluşturdum; takır takır lise ve ilkokul arkadaşlarım beni bulmaya başladı ve olaylar gelişti sevgili okuyucu...

O zamanlar ne de güzeldi, kıymetini bilememişiz. Durum güncellemelerinde, silemediğimiz bir: "is" vardı. Herkes " evde ", " işte " gibilerinden yüzeysel güncellemeler yapardı. Paylaşım adına da en çılgın olan şey, " Rakı masası "denilen uygulamayla, arkadaşlara rakı, meze felan göndermekti.

Daha sonradan itinayla kakası çıkartılan ilkokul arkadaşlarıyla tekrar buluşma mevzusu da,o günlerde pek bir güzeldi. Biz de buluştuk, Cengiz Topel'deki arkadaşlarım ve öğretmenimle.. 
Bir baktım arkadaş; biri fotoğrafçı olmuş, biri moda tasarımcı, biri fitness eğitmeni... Almanya'nın başına gelebilecek en tatlı Türk olan İsmail YK abinin dediği gibi: " Yoksa ben zurna mıyım he?" diye düşünmedim değil. 
İçlerinde en sıradan, en düz ben kalmışım piii.. Lise buluşmaları desen, onlar da aynı. 
Hatta ben rahmetli babamın askerlik arkadaşının oğluna aşıktım küçükken; onu bile bulmuştum araya araya... O da gitmiş rock müzisyeni olmuş, gelgelelim ben gitarda 2 akordan fazlasını basamıyorum...

Sonra dönem değişti... Sevdiceğimin "rica"sıyla 1-2 sene kadar facebook ortamlarından uzak kaldım... Sonrasında gerekli izinleri alıp hesabımı tekrar aktif ettim kii ne göreyim: Paylaşım muhabbeti almış yürümüş, ( millet hangi sokağın hangi apartmanı önünde, saat kaçta kulağını kaşıdığını bile paylaşabiliyor artık ) Yenilen içilenlerin fotoğraflarını yayınlama modası çıkmış, ( Bira şişesine Mahmut abi'yi etiketleme yaratıcılığı ) ama en kötüsü, beni en beter yaralayanı..." Üç kuruşluk adamları ömürlerine musallat edip dibe vuran hanımların yakarışı " türevindeki durum güncellemeleri... 
Abla tamam, anlıyorum seni, valla bak. Hepimiz en az bir tur kazık yiyoruz ilişkilerimizde.. Canımız yanıyor, anlatmaya ihtiyacımız oluyor... da gözünüzü seveyim kendi cümlelerinizi kurmayı bir deneyin be... Ne bileyim, bağyan kullanıcıların %85'inin paylaştığı: " Sen beni geçen gün ağlarken gördün ama bilmezsin ki soğan doğramıştım... Ben senin gibi hıyarların alayını salatalara katık ettim haberin yok "  gibisinden:" Acı çekiyor gibi görünüyorum ama işin aslı öyle değil, ben hayatı çok pis çözdüm nihahah salaklar! " manasına gelen cümle kombinasyonları yerine direkt ; " Tonguç senden nefret ediyorum " de, " Bende kalan o son kazağını 90'da yıkadım, derdine yan " de...Kendin ol be annem.
 Zaten bu atarlı paylaşım modasını çıkaran insanla tanışmayı çok isterdim. Şöyle Beşiktaş sahilinde bir çay ısmarlamak ( belki çaktırmadan bööyle sağdan sağdan gidip bir maça götürmek )tatlı dille güler yüzle engel olmaya çalışırdım fakat çok geç sevgili okuyucu... çok geç...

Güzel yanları yok mu bu meretin, var tabi. Bizim sülale maşaallah dünyanın çeşitli noktalarına bayilik vermiş gibi... Avusturya'da da insan vaar, İğneada'da, ne bileyim sürekli gezeni var, bize sık sık gelemeyeni var... İşte bu durumda feysbuk, çok sağlam bir iletişim köprüsü haline geliyor. Zira bu site olmasa, kızımı hiç görememiş olan bir sürü akrabamız vardı şimdi. Ayrıca yazılarımı paylaşabilmek için de kullandığım mecrelardan biridir bu site.. Ölçülü ve mesafeli bir ilişkimiz var kendisiyle anlayacağınız.

Demem o ki dostlar, abiler ablalar... Paylaşmak güzel şey ama, eşeğin anatomisini sulara gömmemek şartıyla.. Başka bir yazıda görüşmek üzere, şen kalın esen kalın efenim.

5 Şubat 2012

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 2 - Hiç Tv'ye çıkmadım mı ?... Çıktım elbet:)


Efendim sene 2005... Yaz mevsimi..

Didem kişisi, işsiz ve en serkeş haliyle gündüzün çatında İstiklal Caddesi'nde üç aşağı beş yukarı dolanmakta.. .

Ensesinde boza pişiyor ama yürümek de kafa boşaltmaya bire bir... Şebnem Ferah'ın da " Can Kırıkları " albümü yeni çıkmış. Bizim garibanın parası yok alamamış, Bööyle Sezercik misali burnunu kitapçı camlarına yapıştırarak şarkıları dinliyor merakla...

Boş boş dolanmaktan sıkılıp eve dönmeye karar veren Didem kişisi, karşı yönden, gülümseyerek üzerine doğru yürüyen; " Ürkütücü bi tonda mavi gözleri olan muhabir genç" ( kısaca übtmgomg) ve kameraman arkadaşı görünce önceden bi irkilir fakat kaçmaz, akışına bırakır işi..

Elinde: "Ferrarisini Satan Bilge" kitabının sahtesi, ve kocaman Show tv mikrofonuyla übtmgomg , röportaj için izin ister ve Didem kişisinin ilk TV macerası da başlar:

Übtmgomg: Evet, bu kitabı bir inceleyebilir misiniz?
D: Kitabı inceler ( Daha doğrusu mükemmel bi oyunculukla inceler gibi yapar... Tam tabirle: " röportajda kitap inceleme taklidi yapan sade vatandaş taklidi" desem daha doğru olur. )
Übtmgomg: Farkettiniz değil mi? ( kitabın sahte oluşunu kastediyor kendileri )
D: Evet, ama ben bu kitabı biliyordum ondan farkettim. Sonuçta bilmeyen biri farkedemeyebilir yani
Übtmgomg: Peki Teşekkür ederiz...( Röporaj biter )
Akşam evde beni bir görseydiniz, gülmekten ağlardınız... Sanki Nobel almışım, aids'e çare bulmuşum da Tvlere konuşmuşum onu bekliyorum... Gereksiz bir heyecan.. Bekle bekle haber de çıkmıyor bir türlü... Neyse ki sonlara doğru bizim bant başlıyor; übtmgomg o gün İstiklal'de birkaç kişiyle daha konuşmuş fikrini almış... Haber bandında da bööyle herkesten 2 cümle kesip yapıştırmışlar.. Bir geldi bana sıra.. Tutup benim o mükemmel (!) açıklamamı kesip,: "Sonuçta bilmeyen biri farkedemeyebilir yanieee" dediğim yeri yapıştımışlar mı... pii... Bir de "yani" derken hafiften kaymışım böyle tiki kız gibi... Aman aman... 
Gerçi Allah'tan kısa tutmuşlar, böyle bir cümleyle insanların hafızasında kalmasam iyi olur, çabucak unutmuşlardır. O akşam sonra hiç telefon da çalmadı, aileden de kimse görmemişti beni... Pek çok dalga ve geyik muhabbetinden yırtmıştım...

Ertesi sabah ailenin küçüğü olarak alışverişe yollandım her zamanki gibi... Önce kasaba uğradım ben dönene kadar kıymaları hazır ediversin diye:

Kasap abi: ooo yenge hoşgeldin ( o zamanlar dükkan sahibiydik ondan yenge diyordu kendileri )
D: Meraba Murat abi nasılsın iyi misin?
Kasap abi: Çok şükür yenge, dün haberlerde gördük seni
D: (...derin sessizlik var burada ) ya evet ( sahte sırıtma, saçma mimikler ) öyle oldu abi... Neyse sen bana yarım kilo kıyma hazırlarsın yağsız ( ses detone ) dönüşte alırım...
Kasap abi: Tabi yenge tabi ( kocaman sırıtıyor böyle: "ehe seni yakaladım TV'de reziil" der gibi, bir yandan da satırları biliyor böyle casada cusada... Beni mi kesecek ne yapacaksa artık diye tırsıyorum...)
Yaa sevgili okuyucu... Beyaz cama çıkmışlığımız da var yani. Yalnız o gün bugündür, sokak röportajı görünce transit geçiyorum ( kaçıyorum )... çekmeyin kardeşim... çekmeyin:))

02 Şubat 2012

Dinozoring Taym / Eski Yazılar # 1 - Türk' ün Yabancı Dil ile İmtihanı



Soranlara İngilizce ve Almanca bildiğimi söylüyorum, halbuki bu 2 dil de benim onları bildiğimden habersiz... 

Ortaokul yıllarımdan itibaren kendimi bir yabancı dil öğrenme silsilesi içinde buldum ve fakat, gerek pratiksizlik gerek iş sahasında kullan(a)mama sonucunda, bu diller köreldi de köreldi...

 İngilizcem yine şarkı türkü bahanesiyle kör topal idare eder ama bir gün olur da Almanya' ya falan sürülürsem, halim harap beybi... 
Şimdiki bu yazımda, yabancı dil öğrenme sürecinde yaşadıklarımı ve düşündüklerimi naçizane aktaracağım...


* Ay Dont Kınov *


İngilizce dili benim için: " Aaa İngilizce biliyon mu? Bize bişey söylesene... Söyle işte bişey " açmazıyla başlar,  iş görüşmelerindeki " Hav loong hev yu wöööğkd for det kampıniii " artistlikleriyle biter... Arada bir sürü yaşanmışlıklar var tabi.



Bu dille ilk muhatablığım orta 1 e dayanır... Her genç gibi benim de ilk basamağım: My name is Didem, i am bilmemne years old cümleleriylen süslü klasik giriş ifadeleriydi. O dönemlerde derslerimize İngilizce branşı dışında her branştan öğretmen girdiği için de, çok ileri gidemedik zaten. 

Orta okulun son yıllarına geldiğimizde, yanlışlıkla olsa gerek, İngilizce öğretmenimiz olmuştu... O vakit, hayatımdan uzun yıllar çıkmayacak olan bir numaralı Tag Question örnek cümlesi : " The Postman is person Who Delivers Letters" hayatıma girdi... Kanımca mistır en misıs Bravn'dan kat be kat daha korkunçtur bu cümle...
O postacı bi' bırakmak bilmedi peşimi... Mektup mu teslim edecek, tebligat mı bilemedim arkadaş...



Yine ortaokulun sonlarına doğru, dinlemeye başladığım Iron Maiden, efendim Metallica gibi grupların ne dediklerini anlama arzusuyla, kendi kendime İngilizce'ye eğilimim arttı... Tabi o zamanlar amele olduğum için, koskocaman Redhouse sözlüğü kucağıma alıp içine de kaset kartonetini yayarak çeviri yapmaya çalışıyordum:) 

Çeviri kısmım sallanmakta olsa da, yabancı dil öğrenmekte hiç bir zaman zorlanmadım. Bu işin bana göre bööyle güzel bi matematiği, bi' büyüsü var çünkü...


Öğrenimime devam etmek için seçtiğim lise, bir anadolu meslek lisesi olması nedeniyle ilk yılım ağırlıklı İngilizce'li hazırlık sınıfı idi. Hayatımda ilk defa doğru dürüst dil öğrenebileceğim hem de bana kişisel olarak çok şey katabilecek üstünlükte 2 İngilizce öğretmenim oldu: Ümmühan Baş ve Nesrin Şener... Alfabeydi; selamınaleykümdü derken, yoğun bir dil öğrenme silsilesi içine girmiştim işte...



Ders kitaplarımızdan biri Hotline, birisi de Reflections idi.... Hotline, böyle yabancı dil öğrenen genç dimağlar düğümlenip kalmasın diye, içinde ergen kankalık ve aşk hikayeleri barındıran, sevimli olmaya çalışan bir kitaptı. Sue olsun, Terry, Kamala, Vince olsun; o yıllarımızda bizi streslerden kurtaran güzide arkadaşlarımızdı... Yalnız bu kitabın hıyarlığı içinde proje ödevi de barındırmasıydı ne yazık ki... Allah'ın nerdeyse her haftası projeler yapardık, Ümmühan hanım da asardı onları böööyle... Ben tabi amele ergen metalci olduğum için, hep abuk abuk projeler yapardım...



Hotline İngiliz İngilizcesi gösterirken, Reflections American takılırdı. ( Hee bi de Business bilmemne vardı o da American'dı sanırım ). Resmen stereo beyin sulanması oluyordum blogçuğum. 

Ümmühan hanım'ın dersinde bööyle ağdalı ağdalı: " Teyk keeer ov yooseeellf " demeye, telaffuza kasarken, hoop Nesrin hanım'ın dersinde: " Teyk ker "diyip çıkıyorduk Amerikan adamsendeciliğyle... Colour'u U ile mi, U'suz mu yazıyorduk diye yerlerde yuvarlanırdım hey gidi.. Bugün hala yanlışlıkla büyük İ harfine nokta koyunca, Ümmühan hanım çıkagelip kızacakmış gibi hissediyorum meen. 

Ama sonuçta ne oldu, hem İngiliz hem Amerikan İngilizce'sine aşina olmuş olduk efendim. Halihazırda da sevdiğim bir dil olduğu için, benim nankörlüğüme rağmen bırakmadı beni senelerce sağolsun...



* Ich Möchte Aynen Köfte *



Almanca dili ise hayatıma; anadolu lisesinden benden önce geçmiş ablacığımın bana yaz tatilinde zorla Almanca 10'a kadar saymasını öğretmesiyle girdi...Kız o zamandan birşeylerin sinyalini vermiş aslında ama, önüne geçemedik işte kader...



Şaka bi' yana, Almanca'yı lise hazılıkta İngilizce kadar yoğun olmayacak şekilde almaya başladım. 

İlk öğretmenimiz dersi sallamamıza müsade eden, sevimli tonton bi' amcaydı ve fakat; çok geçmeden hayatımıza Herr Mekik fenomeni girdi, sayesinde hasarlı kablolarımız hepten yandı!. Hem dersi 5 saniye bile kaynatmadan büyük bi' kasvetle işler, hem de arada tuhaf; espri desen değil, ayar desen hiç değil tarzı çıkışlar yaparak o zavallı ergen yıllarımızı iyicene çıkmaza sokardı. Netekim Almancam daha o ozamandan gelişmemeye başladı... 

Hee bir de bilen bilir, Deutsch Konkret diye Allah'ın cezası bi' ders kitabı vardı ki... Gel de bunalma. "Das Caravan Lied" isimli akla zarar şarkıyla, arabasına atlayıp otobana vuran gençlerin maceralarını tanık olurken, Prezentabl Uzaylı Rocky, ' Familie Schulz Macht Urlaub ' derkeeen kendimizi kaybederdik Allah sizi inandırsın... 

Tabi Almanca dilinin olmazsa olması Artikel ezberlemeyi de unutmayalım... Ki kendilerini hiç unutturmaz zaten o namussuzlar...


Ben bir de lisedeki bu travmatik deneyimimden sonra adeta kaşınarak tam 2,5 yıl, üzerine para da vererek Almanca kursuna gittim a dostlar! Allah'tan bu seferki hocamız, aslen Alman -ama çoğumuzdan Türk-, sevimli bir kadıncağızdı. Gerçi dersi makaraya alıp Türkçe konuşmaya başlayınca gözlerinden beeyle alev çıkararak " Auf Deutsch Bitte! " demesiyle, kolunda S S arması görür gibi olurduk o ayrı :)

O günler de geride kaldı, ben deli dana gibi kursa gide gide, ola ola Mittel Stufe ( orta seviye ) olup bitirdim... 

Ülen İngilizce'de bi' motivasyon var, ne bileyim zart diye level değiştiriyorsun: " Bak şimdi upper intermediate oldum " felan deyip seviniyorsun. Ama bu Almanlar' da 3 level var... Totonu da yırtsan Mittel'de kalabiliyorsun... Ne acı..Orta...


Bende zaten bu dili bırakma potansiyeli vardı ezelden, onun için kendi nankörlüğüme kalmadan, çıktı gitti hayatımdan...Gerçi onca yılın emeğine yazık olmasın diye arada dürtüklüyorum tabi ama, bir yere kadar işte blogçuğum...


Benim deneyimlerim böyle yer yer karanlık olsa da, yabancı dil can'dır, öğrenilmelidir mutlaka... Türkiye'deki eğitim sistemi dengesizliğinden dem vurup yazımı bir :' Levent Kırca usülü mesaj kaygısı sevimsizliği' yle bitirmeyeceğim efenim; merak etmeyin...Yaşım ilerlerdi, yok sular kesildi demeyin öğrenin derim bu mereti... İnsana nerede, nasıl fayda sağlayabileceği hiç belli olmuyor zira... Hadi gudbay...

05.01.2011

16 Kasım 2016 Çarşamba

"Kadın" 20 Yaşında !



Aslına bakarsanız, bugün için yazacağım yazının taslağı defterimde hazırdı. Malum, bu ara evimizde ılgıt ılgıt çamaşır suyu kokusu rüzgarlarıı esiyor; zihinler açıldı. Ve fakat, Şebnem Ferah - Kadın albümünün 20. yıl dönümü olduğunu farkedince: "Orada bi'duuur" dedim...

Her ne kadar, eskisi kadar dinlemiyor olsam da, Şebnem Ferah; ve özellikle bu albüm, benim için çok çok özeldir. Hal böyle olunca da, bilumum plan program iptal edildi ve bu yazı naçizane hazırlandı.

1996 Kışı...Yaş 12, sınıf Orta-2...Ana; babadan boşanmaya karar verince; anneanne evine taşınılmış. Nakille, yeni okuluma geçmişim...Dava başlamış, celseler devam ediyor. 
O kadar kıl zamanlar ki...Çocukluğa 2 beden büyük geliyorsun ama büyümedin de...

Çok çirkinim, 72 punto Arial Bold kaşlarım var; bir sürü de sivilce...

Ergenliğin ilk günleri, çim biçme makinası gibi beni yola yola üzerimden geçiyor.

Şehremini'de, minik bir pasaj vardı...İçinde de bir kasetçi. Ablamla, birkaç gün önce TV'de klibini gördüğümüz; perçemli, ve acayip yüzükleri olan Rock'çı kızın kasetini alıyoruz...Şebnem Ferah - Kadın...

O güne kadar, tarzı ve müziğiyle, hiç bir benzerini de görmemişiz, kliplerine içimiz gidiyor...

Hal böyle olunca da, özellikle o dönemin ergen kızları için; Şebnem Ferah, kısa zaman içerisinde pırıl pırıl, orijinal bir rol model haline geliyor. 

( Hatta bir Tv programında hiç unutmam; spor spikerlerinden birinin kızı konuk olmuştu; 10-12 yaşlarında felan. Ayağında uzun siyah çizmeler:"Ben büyüyünce, Şebnem Ferah olacağım" demişti...)

(24 Kasım 1996, Hürriyet Pazar Eki )


Kaseti alıp, adam akıllı dinlemeye başladıktan sonra da, rock müziğin peşini bırakmamam gerektiğini hissettim. Sadece siyah çizmeyi, parmakları kaplayan gümüş yüzükleri değil; Rock müziği de bana Şebnem Ferah öğretti. 

Tüm Türkiye'ye öğrettikleri ise muazzam:

Kızlar; isterlerse elektro gitar çalabilir, simsiyah giyinebilir, içinden geldiği gibi çığlık çığlığa şarkı söyleyebilir...Bundan ötürü bence, Şebnem Ferah ve Kadın albümü -eğer bugüne kadar yapılmadıysa- sosyolojik olarak da derinlemesine, hakkı verilerek incelenmeli.


Pasajdan alınan o Kadın kasedi, bizimle birlikte yıllar geçirdi...Hatta bozuldu, gittim bir tane daha aldım...2012 yılında, CD' si tekrar basıldığında, sanırım ilk alanlardan olmuşumdur. Bugün de, üzerinden geçen 20 yıla inat, ilk günkü zevkle, Spotify'dan dinlemeye devam ediyorum. 

"Deli Kızım Uyan"da eni konu ağlıyorum, bazen yarıda kesmek zorunda kalabiliyorım. 
"Yeniden Doğup Gelsem" ve "Durma" yı, kasetteki sıralamasında olduğu gibi ard arda dinleyip -hala-gaza gelebiliyorum,
Uzun seyahatlerde: "Buradan Göçerken" fon müziğim,
"İyi Gün Dostlarım" da favori yürüyüş şarkılarımdan biri...
Keşke, İnci 'nin de, zor dönemlerinde hayatına böyle dokunabilecek, farkındalık yaratabilecek bir kadın müzik figürü olabilse...Ama, 1 daha gelmeyecek Şebnem Ferah gibisi tabi.

12 yaşına geldiğinde o, ne'ci olur bilemem. Ama mutlaka, karşıma oturtup Kadın'ı dinleteceğim. 

Belki onun da, içindeki karanlık bir odanın, ışığını yakar. 


15 Kasım 2016 Salı

Burnu Bükükler - Tüm Detaylarıyla, Bir Ameliyat Yazısı


2016'da; sıcak ötesi bir Temmuz günü yaşadığım Septoplasti ( Burun Kıkırdak eğriliği ), Fess ( Endoskopik Sinüs Cerrahisi ) ve Konka Küçültme ( Burun Eti ) işlemlerini içeren ( eeeaaah kısaca "hafriyat temizliği işte" ) ameliyat deneyimimi derleyip toplayıp buraya yazmak istedim...

Ne bileyim, google'lardan sörç edip gelen bulan oluur, sorularını yanıtlayamadığım eşe dosta detaylı malumat oluur...

Yalnız uzunca bir yazı olacağa benzer; ondan ötürü başlıklara ayırıp yazıyorum, tercihinize göre atlaya zıplaya da okuyabilirsiniz.

Çeptır Bir - Nasıl Başladı Herşey ?

2016'nın sıcak bahar günleri...Genzim öyle akıyor ki, konuşamıyorum. Burnum da tıkanmış; "Ulan kesin grip oluyorum" deyu ilaçlara abanıyorum.
Günler geçiyor, başka hiçbir grip emaresi olmamakla birlikte genzim akmaya, burnum nefes almamaya devam ediyor. Ve her boka merhem, çok bilmiş Didemanım, anında koyuyor teşhisi: 

"Aga, alerjim var benim"

Daha önce hem Memorial 'dan tanıdığım, hem de İnci kız'ı götürüp son derece memnun kaldığım Alerji ve Göğüs Hastalıkları hekimi Prof Dr Recep Aydilek'e görünmek üzere Türkiye hastanesi'nin yolunu tutuyorum. 

Muayeneydi, tetkiklerdi derken; az buçuk tüy ve polen alerjisi çıkıyor; beeeyle en kortizonlusundan burun spreyi, alerji hapı ve totoya tatbik edilen 1 adet iğne ile eve yollanıyorum.

Beni görseniz ne tripler...Kendimi tozdan uzak tutma çabaları..."Aman sabah 10:00'a kadar pencere açmayayım polen uçar"lar, vay efendim:"Alerjim var, elektrik süpürgesinin kovasını ben dökemem"ler...Bi de haklı çıktım ya şimdi, hava 1.500...

Gelgelelim, ilk birkaç hafta bu hassasiyet devam ediyor, ve sonrasında hayat normale dönüyor benim için.

Çeptır İki - Korkunçlu Nörolog Teyze

Ay oldu Haziran...Gayet sakin ve huzurlu bir Pazartesi günü, ofisteyim. Ennn ufak bir asap bozukluğu, efendime söyleyeyim stres yok.

Zaten çay da hazır, kahvaltı edeyim de işleri bir sıraya koyayım dediğim anda önce sağ elim, sonra da ağzımın sağ tarafı hızlı bir şekilde karıncalanıp uyuşmaya başlıyor.

İş arkadaşlarım, beni kaptıkları gibi işyeri hekimine götürüyor; tansiyonum 14/10...

Defalarca "canın birşeye mi sıkıldı?" diyor kadın...Anam yok öyle bişey...Musmutluyum...Nereden çıktı ki şimdi bu?...

Zaten kaygı bozukluğu var bende...Öleceğğğm diye bir güzel telaşlanıp, Hakan'ı arıyorum...zarıl zarıl ağlayarak hastaneye gidiyorum.

Ofis Trump'ta, e haliyle en yakın hastane de Florance Nightingale...Çok da sevdiğim bir arkadaşım sağolsun eşlik ediyor, önce Nöroloji'ye muayeneye giriyorum.

Teyze muayeneden sonra, 1 araba kan tetkiki ve Beyin MR'ı yazarak diyor ki...

"En iyi ihtimal ( o da küçük bir ihtimal ), migren atağı olabilir. Ama sizi hemen göndermeyeceğiz...İnceleyeceğiz..."

Ulan zaten diken üstündeyim, iyice korku boku Selanik bir durum hasıl oldu. MR'dan da ayrıca korkuyorum ( daha önce 3 kere girmeme rağmen ); karnım aç değil, anestezi de alamam. 
Öyle böyle derken MR randevum da alınıyor ve aynı gün öğleden sonra bu işlem de yapılıyor.

( Nörolog teyzeden çok kötü bir elektrik aldığım için, kontrole dahi gitmedim. Belki iyi bir teyzedir, benim hassas dönemime denk gelmiştir, bilemem ama bana göre kesinlikle bir "korkunçlu kadın"dı )

2-3 gün kadar sonra, MR raporum çıktı; açtım okudum. Yaklaşık 8 yıl sağlık sektöründe çalışmış olmanın verdiği avantajla, beter birşey olmadığını anlayabildim çok şükür. 

Yalnız raporda diyor ki: "Nazal Septum deviye, Konkalar hipertrofik" 
Yani;

"Hanım hanııım, sen alerjim var diye artistlik yaptın ama, burnunun kemiği yamuk, etler de bi şişmiş ki, üüüü..."

MR görüntülerini açıp, çıplak gözle bile o kaykılmış kemiği görebildikten sonra, NİHAYET Kulak Burun Boğaz'a gitmem gerektiğine ikna oldum. 

( Bir de, "Heh iyi bari, beynim varmış" diye sevindiğimi hatırlıyorum...Artık ne görmeyi umduysam; 4'lü Varta kalem pil felan herhalde...)

Çeptır Üç - Op Dr Kemal Demir ile Karayollarına Giriş 101

Benim bir can dostum vardır: Özlem...8 yılı devirdik arkadaşlığımızda, kardeşliğe evrildik. Haliyle, iyi kötü her anımda ilk olarak o gelir aklıma.

Kadınceğiz bütün 1 yılın stresini atmak için tatile gitmiş, havuzdan denize atlıyor; ben daha ağladığımın sümüğü kurumadan, ona bir sms sallıyorum.

"Bana KBB ci lazım, Kemal bey iyi midir?" gibisinden. O da beeyle smile'li bir "Ben gittim, süper" cevabı salladıktan sonra, randevumu alıp, ilk muayeneye gidiyorum. 

Konuşuluyor, olayın vehameti Paranazal Sinüs Tomografisi ile iyice ayyuka çıkıyor ve ameliyat günü ayarlanıyor.

Kaygı bozukluğunun bir getirisi olarak, -özellikle sağlık konusunda- insanlara çok zor güvenen, ve güveni maalesef çok çabuk yıkılabilen bir insan evladına dönüştüm ( üstteki Nörolog teyze örneğini , biraz da bunu ifade edebilmek için yazdım ). Ama Kemal reyiz, benim gibi hem ameliyat kavramından, hem de genel anesteziden ayrı ayrı devasa korkan birini, 1-2 hafta içerisinde bu operasyona ikna edebildi...

Peki nasıl edebildi:

- Herşeyden önce:"Aklında bir soru işareti varsa, ben dahil hiç kimseye ameliyat olma" dedi.
Ki bu cümleden sonra şahsen, değil burun bıdı bıdısı"Didemanım sizin bu kafayı komple alalım" dese, çok düşünmezdim üzerinde

- Aman da: "Hemen ameliyat olmanız şart, çok gerekli, yoksa deri solunumuna başlarsınız, şöyle ölür böyle sürünürsünüz" gibi geleneksel doktor korkutmalarına girişmeden; ameliyat olursam / olmazsam ne olur; beeyle Bilal'e anlatır gibi anlattı.

- Bir de, güzel dialog kurduk sanırım ya...Elektrik tuttu. Açıkçası: "Sizi bırakmiciiiiiiz, inceliciiiiz" diyen Fatih Terim mimikli bir kadından sonra: "Burnunda refrüj oluşmuş, otoban yapıcam ben" diyen bir hekim, ilaç gibi geldi.

Çeptır Dört - Kendimi Ameliyata Hazırlama

Beni az çok tanıyanlar da; aklı başında bir kadın zanneder hani. Beeyle iş hayatında olsuuun, sosyal çevremde olsun, hemen her sorunu çözen, iş bitirici bir hanım abla profili çiziyorum negzel.
Ama şu ameliyata kadar olan süreçte kendime yaptıklarımı, benim diyen sayko yapmaz arkadaşlar.

- Genel anesteziden çok korkuyorum ya; ( çok verirler, ölürüm / az verirler, ameliyat ortasında uyanır yine ölürüm ) iyi şeyler düşünüp kendimi sakinleştirmek yerine; Youtube'da ameliyat öncesi, kendi kendine Propofol enjekte edip ZAAART diye bayılan gerizekalı gençlerin videolarını mı izlemedim...

- Ofisteki son iş günümde, arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra; o yağlı yivrenç servis penceresine kafamı yaslayıp, hönkür hönkür mü ağlamadım....( Öleceğm, bi daha gelemeyeceğm temalı )


- Metallica'nın bir şarkısı vardır, "The Unnamed Feeling". Öyle bir karamsar, öyle bir bunalım şarkıdır ki; Polyanna'ya dinlet, camdan atlar....Her Allah'ın günü o şarkıyı dinleyip dinleyip kendi kendimi mi şişirmedim...

- Evde eşyalarımla elleşip, kendimce vedalaşıp, adeta villada geçen İsmail YK klipleri mi çekmedim...

İşin geyik boyutu bir tarafa; 

- Ameliyat gününden 1 hafta öncesinden alerji hapı kullanmaya başladım. Bir de, burun spreyim vardı Avamys, Recep hoca verdiydi; ona devam ettim. Bunların dışında medikal bir hazırlığım olmadı.

- İstirahat döneminde, özellikle sargılar varken dar yakalı kıyafetler zorluk çıkarabilir diye; kendime 2 adet önden düğmeli, geniş yakalı pijama aldım. ( hastanede de kullandım, çok da rahat ettim. ) Gündeminizde bir burun operasyonu varsa, size de mutlaka bu tarz kıyafet / pijama öneririm efem.

- Hastanede 1 gece kalacağım için, öyle ayı kadar çanta yapmadım zaten kendime...Saçlarım sıcaktan yüzüme yapışmasın diye, 1 tane bandana, efendim yedek çamaşır-çorap kombosu, kuruyacak dudaklar için lipbalm ve pijama...

He bir de, hastane veya çevresinden temin etme şansınız yoksa birkaç tane pipet atın o çantaya...Ameliyat sonrası ilk su / meşrubatınızı içerken bana dua edersiniz. 

- Ameliyatım Memorial Şişli'de gerçekleşti. Çalıştığım firmadan özel sağlık sigortam var, sağolsunlar %100'ünü karşıladılar. Sizlere de, kötü bir sürpriz yaşamamanız açısından; ameliyat öncesinde onay sürecini net bir şekilde sonuçlandırmanızı öneririm. 

Ayrıcana, Septoplasti, Konka Bülloza gibi operasyonlarda özel sigorta şirketleri mutlaka Paranazal Sinüs Tomografisi istiyor. Doktorunuz ve bankodaki vatandaşlar da sizi yönlendiriyorlar zaten.

Ama, birilerinin sizi aramasını da beklemeyin tabi. Sonuç itibariyle ameliyat la bu...Tıbbi veya maddi; aklınıza takılan hiçbir nokta kalmayana kadar soru sorun...

Çeptır Beş - Ameliyat Günü: 25 Temmuz 2016

Operasyonum saat 09:30' a planlandığı için, 2 saat öncesinden hastaneye gittim. Refakatçim olan teyzemle buluşup, yatış işlemlerini gerçekleştirip, odamıza geçtik.

Hakan'ın da dilinden bir pembe şuruptur düşmüyor. Acayip kafa yapıyormuş, rahatlatıyormuş...Ben de ileri derece tırsak bir insan olarak, umutlandım tabi: "Beni sedyeye alacaklar, sonrasını hatırlamayacağım" diye hayaller kuruyorum...

Birşey söyleyeyim mi, hiç bir boka yaramadı bende.

Odama çıkmamdan kısa bir süre sonra hemşiranım gelip, en büyük fobilerimden bir diğeri olan damar yolunu sorunsuz bir şekilde açarak, operasyon öncesi tetkikler için kan aldı. 
Sonra bir araba evrak doldurdum, OKUDUM ve ANLADIM diye imzaladım ama yalan tabi...

Daha sonra, başka bir abla ameliyat önlüğümü getirdi. Onu da giyip, toka, alyans vb'leri çıkarınca; yavaş yavaş bana gelmeye başladılar...

Aynı hastanede, bundan 5 yıl önce, epidural sezaryen ile İnci'yi dünyaya getirmiştim. Sayesinde, fıttırmadan ameliyatı tamamlayabildiğim, sevimli bir anestezi doktorum vardı: Nerime Soybir. Kemal bey'e de; bu ameliyat kesinleştiğinde, anesteziden korktuğumu, mümkünse Nerime hanım'ı tercih etmek istediğimi söyleyince, ayarlamaya çalışacağım demişti. "Odada, başka bir hekim seni görebilir, ama ameliyathaneye Nerime hanım'ı getirmeye çalışcağım" dedi adam...Tammm da o şekilde gelişti olaylar, fakat buna rağmen yine korkudan içime doğru zıçtım.

Anestezici aabinin muayenesinden sonra, sedye geldi -ve de pembe şurup- ameliyathaneye doğru yola çıkıldı. Yanımda Hakan, ağladım ağlayacağım. Gerilmemeye çalışıyorum ama ödüm bokumda...

Öyle böyle derken, yolculuk bitiyor, sevdiceği ameliyathane kapısında bırakıp giriyoruz içeri.

- Ameliyatım yaklaşık olarak 1 saat 15 dakika sürdü. Septoplasti ile, burun iç kıkırdağındaki yamukluk düzeltildi. Fess ( Endoskopik Sinüs Cerrahisi ) ile, tomografide farkedilen sinüs kistleri temizlendi. Konka Bülloza ( Burun etlerinin, bok varmış gibi aşırı şişmesi ) giderildi. İnşaat temizliği gibi birşey kısacası.

- Bahsettiğim gibi, 1 gece hastanede kaldım. Akşam saatlerinde önce su içmeye, sonra da yemek yemeye başladım. Ayağa kalktım, yürüdüm. Hemşiranımlar arada bir gelip pansuman yaptılar. ( Burun deliklerinizi tamamen kapatan bir sargı ve tamponlar oluyor ) 

- Zerre kadar morarmadım, şişmedim. Ameliyathaneden çıktığım anki acı hissi dışında da ağrım sızım olmadı.

Çeptır Altı - Taburculuk, Nekahat

Ameliyatın ertesi günü, sabah son kontrollerimin ardından taburcu edildim. Doktorumun önerisiyle o günün önemli bir kısmını uyuyarak geçirdim ki zaten, anestezinin devam eden etkisi nedeniyle beyniniz başka birşeye odaklanamıyor.

Sürekli, Flash TV dizisi misali düşük bütçeli ve kötü senaryolu rüyalar gördüm. Bir de çok sıçradım uykumda...

Evdeki ilk akşam, pansumanımı Hakan yaptı. Öyle atla deve birşey değil. Gazlı bezi değiştirip bantlıyorsunuz.

Evde mutlaka, eczanelerde satılan rulo yapışkan bantlardan ve gazlı bezlerden bulundurun agalar. Biz, yara bandıyla kapatmak zorunda kaldık; sıcaktan fıttırıp ağlamıştım gece:)
( Bir de acayip sümük çıkıyor tabi, telaşlanmayın )

Doktorum, ameliyat sonrası 1 haftalık dinlenmenin yeterli olacağını söyledi; ben de 1 haftalık rapor aldım. Bu süreçte bol bol dinlendim. Fazla oyalanmadan, ve çok sıcak olmamak şartıyla banyo yapmak serbestti, doğrusu o da beni rahatlatan unsurlardan biri oldu.

Çeptır Yedi - Doktor Kontrolleri

Ameliyattan sonra 2. gün, ilk kontrolünüz yapılıyor. O sümük manyağı olmuş zavallı burnunuz, özel bir cihazla foşur foşur temizleniyor ( ben tabi ki huylandım, telaşlandım ). Ayrıca, burun deliklerini kapatan pansuman ile vedalaşıyorsunuz.

Diğer kontrol de, yanlış hatırlamıyorsam 5. gün olmuştu. Bu sefer de, pek çok kişinin anlatırken deli gibi abarttığı tampon çıkarma işlemi yapılıyor. Öyle eskisi gibi gazlı bezler felan yok aga. 
Siz "Ay, aman doktor bey napüyürsünüz??" diyene kadar adam cart diye çıkartıyor zaten.

( Gerçi, ben: "Adam uyurken burnuma çamaşır makinesi rezistansı takmış" diye içerledim biraz ama, o da kendi orijinal manyaklığım artık )

Ve o aldığınız ilk nefes var ya...Beyninize cereyan yapacak, öyle söyleyeyim.

Son kontrolünüz de, 1. ayda, herşeyin yolunda gittiğine emin olmak için yapılıyor zaten ve doğru hekimi seçtiyseniz; güle oynaya vedalaşıyorsunuz kendisiyle...İlaç namına da, ilk hafta antibiyotik, bir de Okyanus Suyu Spreyi...O kaa!

Şuraya da bir dipnot edelim: Ben estetik olarak hiçbir müdahale yaptırmadım. Siz yaptıracak olabilirsiniz, dolayısıyla hazırlık ve iyileşme süreçleriniz değişiklik gösterebilir. Sonra gelip: "Didemanığğğm böyle dememiştiniz amağğğ" diye beni linç etmeyin.

Çeptır Sekiz - Uzun Lafın Kısası

Çevremde ulaşabildiğim Burnu Bükük arkadaşlarıma zaten bol bol anlatıyorum, sizlere de söyleyeyim. Doğru doktoru bulduktan sonra, gerçekten çileli bir ameliyat değil. Hele ki; cayır cayır nefes alabilmek, geceleri horlamadan uyuyup, sabahları zinde kalkmak, sinüzit ağrısı denilen pislikle vedalaşmak; tüm bu çekilenlere değer.

He bir de, eğer sizin haggaten Alerjiniz varsa, Recep bey de on numara bir hekimdir, gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz.

Haydi Sağlıcakla...